29 Ara 2013

Pozitia Copilului

Güç sahibiysen, suç işleyen evladı korumak için sistemin açıklarından faydalanmakta sınır tanıyabilir misin?

Child's Pose'un (Pozitia Copilului) hastalıklı bir anne oğul ilişkisini konu aldığının yazıldığına rastlıyorum ancak ne anne oğul arasında işaretleri verilen cinsel çekim kırıntıları ne de annenin kabahatli oğlunu hapis cezasından kurtarmak için kalkıştığı usulsüzlükler bu ilişkiyi hastalıklı yapmıyor; tam tersine, oğluna karşı sıkı bir bağ hisseden annenin sağlıklı tutumu bu -varlıklı olmanın çoklukla bir şekilde daha mümkün kıldığı, filmin atmosferi gibi soğuk bir gerçek. Politik doğrucu bir yaklaşım bu ilişkiyi hastalıklı olarak niteleyebilir ancak film merkezine aldığı anneyi, kurbanın alt sınıf ailesiyle karşılaştırıyor olsa dahi yargı kılıcını fazla keskinleştirmiyor. Bu ilişki bir yozlaşmayı değil, koruma içgüdüsünü aktarıyor.


28 Ara 2013

Gloria (2013)

Sosyal problemleri ensesinden alan yalnız bireylerin seması sinema. Yükselen Şili'nin yeni yıldızı: Bakışları yaşlı, ruhu genç Gloria. Sıyrılınamayan ailelerin ve cinselliğin ulaştırdığı yaşam hazzının ortasında kaybolmuş bir kadın.

Gloria her gece bunalım krizleri yaşayan genç üst komşusundan kaçıp kendisine gelen tüysüz kediye dokunamaz dahi; kediyi evden defetmeye bakarken, kendisini de torun torba sahibi olmuş bir aile kadını olmaktan uzaklaştırmaya çabalar. Ancak aşk adayı, kendi ailesinden uzaklaşmayı bir türlü başaramaz; ilişki denemesinin ikinci defa başarısız olmasının ardından Gloria tüysüz kedi ile, kabullenilemeyen bu kötücül hayvan ile barışır ve kendisine bir bar bahçesinde bahşedilen bol tüylü tavus kuşu (kadınların ve ailenin koruyucusu Hera!) ile yüzleştikten sonra bir erkeğin dans teklifini değerlendirmek yerine, ailesinin bulunduğu dans pistinde "varoluşunu kaybeder".

Filmin yapımcılarından Pablo Larrain'e nazaran çok daha birey odaklı Sebastian Lelio; toplum, karakterin sıkıntısına yoldaş olan tencere tava protestoları veya cevap verilmeyecek bir telefonu çaldıran sokak protestolarıyla yüzeye çıkıyor ancak. Bu yüzeye çıkmalar yine de ifade içermiyor değil; ne de olsa Gloria'nın ihtişamı, sadeliğinde gizli.

Nebraska

Minimal kahkahalardan derin sıkıntılar çıkaran Nebraska, trajedi olarak noktalanacak bir yol hikâyesiyken anlayışlı bir oğlun dokunuşuyla mütevazi bir başarı hikayesine dönüşüyor. Başarı hikayesi, çünkü herhangi bir başka türlü başarının da bu kısa başarı turundan öte geçerliliği yok.

Alexander Payne’in alışıldık biçemi gereği, komedi muamelesi yapmasanız da bir müddet sonra gülmeden duramayacağınız bir film Nebraska. Baba oğlun her insan gibi ufak ve çaresiz yaşamlarının yüzümüze vurmasıyla, acı bir gülümseme ve sevecen bir kahkaha kırmasına evrilmiş bir gülüş. Eriyip giden zamanın avucunda kaybolan yaşamın bıraktığı sahte gurur: “Oğullarıma bir şeyler bırakmak istemiştim.”

Ailevi duygular açısından tutuk ancak ölümün üstüne fırlattığı bunalımı kuvvetli Woody Grant, oğullarına bizim gözümüzde bir yolculuk anısından fazlasını bırakamamış olabilir ancak elde ettiği maddi imaj, varoluş krizini birkaç mahalle boyunca erteleyebiliyor.

27 Ara 2013

The Act of Killing

"Öldürdükten sonra kapatmadığım o gözler tarafından sürekli takip ediliyorum."

Bu blogda spoiler uyarılarında bulunmuyor, izleme deneyimiyle değil izleme sonrası deneyimiyle ilgileniyorum; ancak Act of Killing için istisnai bir şekilde bundan sonraki paragraf için spoiler uyarısı yapmam gerekiyor, çünkü gerçekliğin damarlarında dolaşan Act of Killing'in esas yumruğu son perdesinde gizli ve benim yüzümden bu yumruktan mahrum kalmanızı istemem.

The Act of Killing kuvvetini ne konusundan ne de yönetmenin kurgu ile ifade etme başarısından alıyor; etki, bin kişiden fazla insanı öldürdüğü söylenen Anwar Congo'nun simülasyon yoluyla kendisi ile yüzleşerek yaşadığı dönüşüm ile oluşuyor. Renkli gömleği ve neşeli gülüşleriyle, kurbanlarını nasıl öldürdüğünü kıyım avlusunda kameralara yeniden canlandıran Anwar, kurmaca için kendisinin de işkence sandalyesine oturtulmasının ve tüm diğer canlandırma süreçlerinin ardından yine aynı avluya, bu kez geçmişte de olduğu gibi daha koyu renkli ve resmî kıyafetlerle geliyor ve bu kez neşeyle bir canlandırma daha yapmak yerine, histerik kusma böğürtüleri yaşıyor. Çatışmayı canlandırmak üzere kullanılan çocukların çekim sonlanmasına rağmen ağlamayı durduramayışlarının gerçeği kurmaca ile bir kılmasına paralel bir şekilde, Anwar da kendi kurmaca işkencesini torunlarıyla birlikte izleyişinin ardından artık geçmişte bıraktığı ölü ve açık gözler tarafından daha sıkı kovalanıyor.

Joshua Oppenheimer, 2012

Zamanında komünistler tarafından yasaklanmaya çalışılan Hollywood filmleri Anwar'ın ilhamı; sinemadan mutlu bir şekilde çıktıktan sonra gerçekleştirdiği infazlar onun için güzel anılar, öldürme biçimleriyle zaten başlı başına bu filmlere birer saygı duruşu. Nasıl ki gangsterlerin (free men) seçmene rüşvet verip seçilerek haraç toplama yetkisine kavuştuğu sistem bir demokrasi, bu filmler de özgür adamlar için mutluluk ve yol haritası sağlayan birer kutsal kitap. Ne de olsa esas dinleri, üst üste altı kişinin menisini yutmuş bir kadından zevkle bahsettikten hemen sonra yapılan toplu dua ile icra edilen bir araç.

Müslümanların komünist infazını konu alan bir film, tarihi elbette arka plâna "halal" damgalı McDonalds'ı alarak bildirir. Yönetmenin koyulması zor mesafesi, karakterlerini karalamaya girişmek yerine onların düşüncelerini ön plâna çıkarmaya çalışırken kendisini minimal kurgu hamleleriyle ifade etmesi The Act of Killing'i yukarılara tırmandıran. İnsanlığın ortaya koyduğu vahşetleri, buna sebep veya aracı olanların iç dünyasına girmeye çalışarak anlatmak; iyi niyet pelerini takıp manipülasyona girişme gafletine düşmeden nasıl aktif rol alınabileceğini göstererek anlatmak.

The Act of Killing, sinema için yılın en önemli eseri olabilir.

24 Ara 2013

Prisoners (2013)

"Yanlışlarımızı bağışla, bizim bize yanlış yapanları bağışladığımız gibi."

Prisoners,  Keller'ın oğluna yukarıdaki ifadeyi de içeren bir dua eşliğinde geyik vurdurmasıyla açılıyor. Yaratıcısına ukalaca dilekte bulunan Keller, kendisine yapılan yanlışın -kendisine göre- öznesini bağışlamak bir yana henüz yargı oluşturamadan infaz ederken, kendisini yerin altına atacak Holly Jones (Melissa Leo) ona kendi dilinden açıklama yapıyor: "Çocukların ortadan kaybolmasına neden olmak Tanrı'ya karşı açtığımız bir savaştı... İnsanların inançlarını kaybetmesine neden oluyor ve onları senin gibi şeytanlara dönüştürüyor."

Denis Villeneuve, 2013


Her geçen günün seyircilerin bir filmi takip edebilme eşiğini düşürdüğü ve filmlerin sürelerinin kısalması gerektiği zannedilse de, bu daha çok Torrent doygunluğuna ulaşmış ve izlemeyi/deneyimlemeyi görev addetmişler için geçerli; 120 dakikadan uzun bir filmin bıraktığı izler, benzer içerik ve biçeme rağmen bu süreden daha kısa filmlerin bırakabileceği izlerden çok daha kuvvetli, sezinlediğim kadarıyla. Prisoners ise bir istisna; şimdilik yüksek olan izleyici puanlarına bakılırsa yine bunun ekmeğini yemiş, ancak alışıldık hikâyesini karşıt karakterlerine eklediği metinlere rağmen yeteri kadar özgünleştirememiş bir girişim. Treme'nin tüm kırışıklıklarına rağmen enerjisini koruyan yüzü Melissa Leo yaşlı saflığına yeterli inandırıcılık sağlayamayınca, bulduğu her eti on beş dakika yemeye girişen Prisoners'ın bir saati de öngörülen sonu bekleyişten ibaret oluyor.

22 Ara 2013

Crash (1996)

Henüz ölmediğini kanıtlamaya yönelmiş seks düşkünlüğünün, fantezideki gerçekliğin gerçeğin kendisinden daha ürkütücü olması gibi (Zizek), doruğa ölüme kavuşarak varması Crash'in bahşettiği. Cronenberg'in, değişen günün getirdiği ton beklentilerinin azizliğiyle artık tadı yeniden üretilemeyen, Moviemax Speed gecelerinin uyku ile uyanıklık arasında hissettirdiği süblim. Vaughan'ın bir kaza mahallinde gördüğü gibi; korkunç bir sanat eseri.

Beden ve araba bir; bacaktaki bir yarık, cinsel organa refleks gibi uzanır olmuş ellere giyilmiş eldiveni yırtan bir araba hurdasına özdeş baştan çıkarıcılıkta. Trafiğe eklenerek rekabeti yükselten her yeni araba, arka koltukta kendini gerçekleştiren bir diğer cuckold fantezisi.

Ballard, yarının korkulması gereken uzvunun arabalar değil, kendi ölümümüzün en 'zarif' değişkenlerini belirleyebilme hazzı olduğunu söylerken Vaughan uyarır: "Gelecek bu, ve sen de onun bir parçasısın."

David Cronenberg, 2006

21 Ara 2013

To the Wonder

Terrence Malick, artık kitleler tarafından anlaşılmaya ihtiyaç duymayan bir hikâye anlatıcısı gibi. To the Wonder, iskeleti serilmiş ve satırları seyirciye bırakılmış bir roman; ya da karakterlerinin hayat izlerinde gezinen, soğuk yüzleri bir rüya gibi rahatsızca kesip atan, kamerayla yazılmış uzunca bir şiir.

Avrupa'dan Birleşik Devletler'e geçen ve karşılaştığı temizlik ve çeşitlilik karşısında başı dönen küçük bir kız dahi bir müddet sonra bir şeylerin eksik olduğunu hissederken, yine buraya dışarıdan gelmiş yüreği soğuk bir peder arayışını başkalarının yüzlerine sözleriyle değil bakışlarıyla yansıtırken, mucize de başarılı bir sevgi gibi gelmek bilmeyen bir Godot oluyor. Çiftler aynı sahneyi tekrar deneyimlerken, neden dönüp dolaşıp aynı yere geldiklerini sadece içlerinden sorabiliyorlar. Kendine yardımcı olamayan peder kendini insanlardan soyutlanmış bir sevgiye, insanları birbirlerini iyi tanıyabildikleri aşklara yönlendirir fakat sevmek de mucize, kurtulmak da.

"Apartmanıma dönüyor
ve çöküyorum."

21 Kas 2013

Frances Ha

Yalnız, sempatik ve çaresiz karakterler, film ve seyirci arasında oldukça kuvvetli bir bağ oluşturuyorlar; takdir, imrenme ve empati el ele verip karakteri unutulmazlar arasına sokuyor. Frances Ha, karakterinin -tuhaflıklardan da beslenerek daha da güçlenen- sempatikliği, akıcı ve gerçekçi diyalogların hemen hemen her sahnede kendi içinde oluşturduğu dönüşler ile sahneleri birbirlerine boşluksuz bağlamaları ve karakterin siyah beyaz Amerika sokaklarıyla birleşerek ister istemez verdiği o tanıdık Woody Allen hissiyatıyla harika bir dünya oluşturuyor. Greta Gerwig, Frances Ha ile bütünleşerek, oyunculuk bağlamında neredeyse yeni bir güzellik tanımı yapıyor.

İlginç bir nokta, Frances'in 'undateable' olmasının 'özdeşleşilebilir' olmakla doğru orantılı olması; bu özelliği olmadığında, muhtemelen Frances ile özellikle bağ kuracak yoldaşları, tıpkı bir dosta karşı içten içe barındırılan duygular gibi, kıskançlıkla yoğrulmuş eleştirel bir hissiyat ile karakterle arasındaki bağın gücünün azaldığını hissedecekti. Arkadaşlarının 'başarı'larıyla, ilişkileriyle, kendilerinden uzaklaşmalarıyla ister istemez mutsuzluğa kapılan insanların (bugün ile yoğrulmuş her normal insanın) en iyi dostu muhtemelen Frances Ha olurdu.

Noah Baumbach, 2012

7 Kas 2013

Blancanieves

Bir yandan boğa katili bir matadora sempati duyarken, diğer yandan bir horozun tabağa konulması üzerinden karşıt karaktere antipati büyütebiliriz; sinema bu. Ustalara yaklaştırılan, sade, basit ancak etkili. 'İspanya'nın The Artist'e cevabı', prensi cüce kılıp ana karakterlerini bir bir öldürerek Pamuk Prenses'e gereken trajik sonu veriyor. Karakterler değişiyor, ancak son değişmiyor ve kötü her zaman kazanırken bu kez kendi de öykü evrenine veda ediyor.

Pablo Berger, 2012

3 Kas 2013

Chained (2012)

Chained ideolojik kaygıları uğruna inandırıcılığından feragat ediyor ancak bu sayede daha kuvvetli bir önerme ediniyor. Tonuna rağmen şiddetin pornografisine adım dahi atmazken iyimser bakışını da koruyor:

Evet, kadın mesul de olsa masum da olsa, doğumundan itibaren suçlu konumundadır ve her halükarda erkek travmalarının tazmin hedefidir; aile babanın nevrozlarını yönelttiği bir yatıştırma evidir ve kadın nesneleştirilerek hayatını heba ederken, çocuk zincire vurulur. Fakat sıradaki nesil, çocuk, benzer tecrübelerine rağmen -en azından kendi evine ve ailesine kapanana kadar- kurban seçmeyi bırakacak ve bu ritmik kalıba bir son verecektir.

29 Eki 2013

Prince Avalanche

Prince Avalanche kimselerin uğramadığı yolların düz ve rutin çizgilerini çizmekle yükümlü iki yalnız adamın sevgiye ihtiyaçları üzerine kurulu, içe kapanık ve iyimserlikten uzak, tüm dönüm noktalarını geçmişte bırakmış bir film. Yine de, Explosions in the Sky'ın hüznün içinde barındırmaya devam ettiği minimalist sevecenlik gibi, canlı renklerinden ve sempati anlarından arınmamış bir hikâye.

Klasik olarak, Prince Avalanche iyi bir film değil. Çatışması somut bir karşılık bulamıyor, sevgi ümitsizliğini anlatıya daha çok diyaloglarla aktarıyor, Explosions in the Sky'a sırtını çok sık dayıyor... Ancak çoktan kaybedilmiş umutların da yeni aksiyonlara girişecek hâli kalmıyor zaten.

21 Eki 2013

Yeraltındaki Sahte Güneş: Sanat Pornografisi

Art Porn, X-Art, SexArt... Sanat pornografisi; pornografi sanatı değil. Sorgulanma nedenini, sanat nitelemesiyle kendiliğinden ortaya koyan bir alt tür. ABD’de iyiden iyiye yükselen ve artık birden fazla şirketin üretim paletinin en özenli kısmına yerleştirilen bu alt türün hedef kitle cinsiyetleri arasındaki oranın diğer alt türlere nazaran kadın tarafına daha çok puan verdiği açık; beden teşhirleme arzusu Fashion TV’den filizlenmiş, çekingenliklerinin önünü tanımı belirsiz bir estetik anlayışıyla perdelemiş ve içinde büyüyen feminizm kırıntılarını çürütmek adına erkek oyuncu seçimlerinin 'estetikliğine' ve kadın bedenini aşağılatan aksiyonlardan arındırılmış düzenlemelere sığınan bir kadın kitle. Erkeğin kadın cinsel organı ile ilgilenme süresine kadının erkek cinsel organı ile tek taraflı olarak ilgilenme süresinden daha uzun bir aralık ayıran, genellikle porno filmlerin doruk noktasını oluşturan erkek boşalmasını kadının yüzünü ve/veya ağzını nesne edinmekten kaçınarak genel kadın kitlenin rahatsızlığının önüne geçen veya doruk noktayı doğrudan kadının tatminine kaydırarak hedefini tamamen gösteren, ‘porno değil sanat yapıyoruz’ gizli önermesi taşıyacak şekilde sinematograf ismini ön plâna çıkaran bu filmler, olayın özüne bakıldığında, alışıldık ataerkil bir porno filmden çok daha ‘üç kağıtçı’ bir kıyafete bürünüyorlar.

Pornografi, bir yeraltı türü olmasının nedeni olarak, genel toplum düzeyinde yüzeye çıkarılmayan arzuların doyurulmasını özdeşleşme ve göz-beyin teması ile sağlayan, doğası gereği son derece bireysel olmak durumunda olan, somutlaşmış cinsel eylemlerin aksine en samimi arkadaşlık ortamlarında dahi tercih bahislerinin geçirilmediği ‘kirli’ bir tür. Toplum yapısının hem lider hem ağır sorumlu kıldığı aile reisleri ve vârislerinin bodrum katında tuttukları, içlerine yerleşmiş arınılması güç saplantıları yatıştırdıkları nitelikli bir oyuncak. Bu oyuncak, her film gibi, kuvvetini içeriğinin yaklaşımını biçimiyle destekleyerek alır; bu yüzdendir ki tüm sektörel genişlemelere ve seri üretime rağmen en yüksek talebini amatör kulvardan alır. Bunun bir sonucu olarak profesyonel şirketler senaryolarına mümkün olduğunca amatör ögeler yerleştirir; sokakta para ile tavlanan kızlar, seçmelerde acemi hevesleriyle temsilci ile birlikte olan kızlar, üniversite yurtlarında kendi aralarında filmler üreten gençler, partilerine ‘dancing bear’ çağıran orta yaşlı umutsuz ev kadınları… Her ne kadar hedef kitlesi kaydırılmış olursa olsun ve icra ettikleri sonucunda kitle edinmede başarı kazanmış olursa olsun, içerik ile ilişkisi olmayacak şekilde yumuşak, güneşli sinematografi ve beyaz dekorlar ile desteklenmiş ve arkasına düşük tempolu duygusal tema müzikleri döşenmiş bir porno filmi, neticede sanat pornosu değil tıpkı diğer türdeşleri gibi bir porno filmidir ve sanat niteliğine ancak onlarla birlikte, farklı yaklaşımların ikisini bir tutarak ortaya koyacağı önermeler neticesinde kavuşabilir.

18 Eki 2013

Thérèse Desqueyroux

'Fazla düşünme' kusurunun önüne geçmek için, daha da varlıklı olmak üzere bir mantık evliliği yapan Thérèse Desqueyroux, buna rağmen fazla düşünmeye devam eder ve kendisinin aksine, toplumsal engellere rağmen aşkını kovalayan çocukluk arkadaşının yaptığı seçimin 'fazla düşünme' kusurunu örtme konusunda daha doğru bir tercih olduğu gerçeğinin üzerinde yarattığı yaşamamışlık kompleksi yüzünden, çocuğunu kaybetmek uğruna kocasını öldürmeye çalışır.

Therese Desqueyroux kocasını öldürmeye çalışma gerekçesi olarak tüm arsalara sahip olma idealini gösterse de yalan söylediğini biliyoruz; fakat film Desqueyroux'nun kendinde eksik gördüğü kusuru çevreli bir şekilde göstermekte eksik kalınca, bu özyıkımcı, kendini dahi öyküden soyutlaştırabilecek kadar gerçekçilikten uzak yaşlılıkta bir dış görünüme sahip kendine-femme fatale kadın da sempati eksenimizden çok uzaklara düşüyor.

9 Eki 2013

Sabit Kanca

Sabit Kanca iyi bir film olmak için en ufak bir girişimde dahi bulunmuyor belki, ancak ana karakterinin hatlarıyla daha önce Yeşilçam'ın referanslarla değil ancak ruhuyla yakaladığı ve bugünlerde alternatif televizyon dizileri ve bazı sosyal medya karakterlerinin yansıttıkları kimliklerle örtüşen bir akıma dahil oluveriyor. Yalayıp yutmuş esnaf tabanlı, orta sınıfın bilişsel Clark Kent'leri. Damarından ataerkil ve bunu esprileriyle filme aktarmakta çekincesiz Sabit Kanca, para ödülünü mevzubahis etmediği yarışmaya sadece popüler ve genel kültür veritabanı olmuş beyninin tatmin olması için katılıyor. Para ile işi yok, 'sebat etmiyor', stüdyo dairede çok sevdiği köpeğiyle yaşıyor ve kadını bir et parçası olarak değil Hande olarak görüyor. Fallik esprileri belki havalarda uçuşturuyor ancak bu şahsına has üretimler olarak değil, beynine empoze edilmiş kültürün kalıntısı olarak 'akıyor'.

8 Eki 2013

Breaking Bad

Televizyon dizilerinin süreleri ve karakter yelpazeleri nedeniyle birbirinden kısmen de olsa ayrı işleyen öykü dizilerinin örülmesinden oluşması, tüm aksiyonu tek bir çizgide bütünlüğe kavuşmuş sinema filmlerine nazaran daha hafif tonlu ve dağınık oluşu, sinemanın televizyon üzerinde statüsel bir üstünlük kurmasına neden oluyordu. Bu resim belli network'lerin önderliğinde televizyonun içerik bağlamında cesurlaşması, kendini daha fazla ciddiye alması ve yazar-yaratıcıların başarılarıyla değişmeye başlasa da, sinemanın saflık (her bir sahnenin önem taşıması) ve bütünlük yüzdesine şimdiye dek en çok yaklaşan yapımlardan biri Breaking Bad olmalı. Ana hattan kısmen uzaklaşmış yan öykülerinin doruğa bu kadar doğrudan hizmet etmesi, taraf değiştiren birçok yönetmeni doğrular şekilde televizyonun artık sinemanın statüsüne yaklaştığını gösteriyor. Geniş karakter yelpazesinin aralarındaki aksiyon-reaksiyonlar yerine bir merkez karakter ve o merkez karakterin öyküsünü şekillendirecek bir grup yan karakterin, sahip olunan sürede derinlemesine incelenmesine yönelinmesi ve bunun sıkı zanaat (teknik) ile desteklenmesi, sinemanın televizyon karşısındaki en önemli kozunun da değerini elinden alıyor. Artık seyirci ile hem uzun hem sağlam bir ilişki kurulabilir, zamanın sihirli katkısıyla duygu ve düşüncelere daha nitelikli hitap edilebilir ve daha sıkı deneyimlere yelken açılabilir.

Breaking Bad karakterini hayatlarımıza yerleştirmek ve onun yoldan çıkışını makul hâle getirmek için gereken her şeyin fazlasını yerleştirmişti; imkânları kısıtlı bir oğlan, kendisini erkeklik boyutunda ciddiye almayan bir bacanak, karakterin kendisini ciddiye almayı başaramadığı bir meslek, mecburen icra ettiği ucuz yan işinde kendisini aşağılayan bir patron ve en önemlisi, ortaklarıyla geçmişini oluşturan; aşk, kendini gerçekleştirme ve ekonomi boyutlarında bir hüsrana yol açmış bir arka plân. Ve karakterin kaybedecek hiçbir şeyi olmaması için, kanser.

Seyircinin baştan beri bildiği fakat ana karakter tarafından ısrarla satılan 'ailem için yapıyorum' mazeretinin karakter tarafından final bölümünde reddedilmesi, beş sezonu bütünleştiriyor ve karakterin içsel yolculuğuna da noktayı koyuyor. Sahip olmakla yetindiği hayat ile kendini gerçekleştirememiş ve egosunun taleplerini yerine getirememiş Walter White'ın ölümle yüz yüze gelmesinin ardından soluğu alacağı yer, elbette bilinçaltı görevi gören ve hakiki kendisini arayıp bulacağı yer olan çöl. Walt yolculuğunun en önemli desteklerini bu arka bahçeden alır ve destekçisi de elbette hakiki kendisini temsil etmeyen hayatında önemli bir yer almayan eski bir öğrencisi olur.

Breaking Bad'in kusurları yok değildi. Yine televizyonun sinemaya meydan okumaları olan bazı dizilerin şiirselliğine yaklaşmıyor, zaman zaman birleştirdiği noktaların inandırıcılığını tam olarak sağlayamıyor ve sezon boyu bölüm başlarına yerleştirdiği ekimleri sezon sonunda zayıf biçmelerle karşılayarak güveni düşürüyordu. Ancak çok iyi yaptığı bir şey vardı; ana hikayeden uzaklaşmamak. Walter White ile özdeşleşmemizi sağlayan mağduriyetler, kusurlar ve hesaplaşmalar belli aralıklarla yeniden hatırlatılıyor ve eğrinin inip çıktığı seviye her sezon, daima daha yukarıya tırmanıyor ve nihai doruğu da daha yukarıya itiyordu. Beşinci sezonun ilk yarısı -bir yazarın elinden çıkmış olmanın cilvesi: bir roman aracılığıyla- bacanağın gerçeğin farkına varmasıyla sona ermesi zaten dizinin son perdesinin müthiş bir popülariteye ulaşacağına bir işaretti ve ana çizgisini sağlam ve duru kurmasının sağladığı güven ortadaydı: Birçok seyirci Dexter ile fiyaskonun tadını henüz almışken, kimse Breaking Bad'den sönük bir final beklemiyordu.

Beş sezonun sağladığı duygusal bağ ve yolculuğun verdiği deneyim, akla gelebilecek her türlü hatanın sorgulanmasının önüne geçti. Sıradan bir adamın yapabilecekleri bu kadar makul şekilde deneyimlenirken kimse bu Macbeth'in cadılarının gerçekçiliğini sorgulamazdı. Her ne kadar Breaking Bad, Walt'un eylemlerinin ardındaki esas sebebi bildiğini göstermesi ve meth aletleri arasında -kendi silahıyla da olsa- gülümseyerek ölmesi ile bir trajedi olmaktan sıyrılmış olsa da.

28 Eyl 2013

Spring Breakers

Sahnelerden öte, sahnelerin görevini üstlenen imge halkalarının ayrı ayrı ufak gruplar oluşturarak birleşmesi ile bütünleşiyor Spring Breakers. Her bir halka çoğunlukla gençlik sıkıntısı, uyuşturucu, cinsellik ve şiddetten bir veya birkaç parça taşırken öyküyü bir adım öteye götürecek elementi, ve bir plan da foreshadowing ögesi taşıyor.

Adı ve tutumuyla gruptaki diğer gençlerden ayrı bir konuma sahip ve merkez karakter olmaya bir adım daha yakın Faith'in film ortasında geri adım atarak macerayı terk etmesi, filmin başından beri yükselen, gerçekliğin bunaltıcılığından dolayı uyuşturucuya ve şiddete yönelmiş ergenlerin cezalandırılması beklentisini doruğa çıkarıyor. Ancak ceza, genç kızlara değil, sömüren (kazanan) ve sömürülenlerin oluşturduğu düzende kızlara eğilimlerine yönelten sömürenler oluyor. Genç kızlar 'gerçek' hayatlarına, istedikleri her şeyi elde ederek ve üstüne üstlük son raddede bu arzularına dolaylı olarak neden olan erkekleri alt ederek dönüyorlar. Yara alarak acı çeken kızlar maceradan ayrılırken, geride kalanlar kasıtlıca duygusuz yansıtılmış erk-güdümlü-robotlar olarak, perde karşısına oturmuş onların cezalandırılmasını bekleyen bakışları kendi kahramanvâri aksiyonlarıyla ters köşeye yatırıyorlar.

Seçimler, imgelerden taşan ataerkillik eleştirilerine rağmen, filmi muhafazakar bir tutum sahibi olmaktan uzaklaştırıyor. Film genç kızları kabahatli ancak mazeretli, eğlenen mağdurlar olarak ele alırken penis yerinegeçeni silah, penis yerinegeçeni içki şişesi, penis yerinegeçeni içki borusu, penis (iktidar) sembolü para... görsellerini sık sık gözümüze sokuyor ve suçlu olarak erkliği işaret ediyor. Yine de, az da olsa üstü kapalı anlatımın ufak bir itirafı olarak, Harmony Korine filmi çocuklarına izletmeyeceğini söylüyor.

13 Eyl 2013

Post Tenebras Lux

Felsefi, duyarlı-sanatsal, talepkâr ve bir şekilde sosyolojiye pay çıkarıcı. Carlos Reygadas'ın anlatı yapısı ve sinematografi seçimleriyle fazlasıyla cesaret gösteren eseri Post Tenebras Lux, bilinirden gidelim, post-Tree-of-Life'vâri bir yaklaşımla sinemayı sözde anlatı sınırlamalarının ötesine taşıyor. Aile bireylerinin ve onlara temas eden karakterlerin bakış açılarını sınırsızca ele alıp, zaman ile usun kesişimini sınırlarından bükmeyi görsel olarak başarmasıyla henüz orta dönüm noktasına adım atmadan özgünleşen film, ağırbaşlı doruk noktasına rağmen karakterlerine 'bahşettiği' yıkım ile sadık seyircilerini bir nevi ödüllendiriyor. Yönetmenin fikirleri cesur dokunuşlarla iletilirken, yıkımların sebebi, dokunuşların ardından üzerine hiçbir diyalog ve açıklamaya ihtiyaç duymayan sessiz sahnelerden sızıyor.

Carlos Reygadas, 2012

Ancak fikirleri ve söylenenleri belirlemek, net çözümleri sunulmamış bir bulmacanın çözümünden tatmin edinme ihtiyacındakiler için; Reygadas'ın muhtemelen fazlasıyla kişisel deneyimlerinden de rüzgarlar içeren parçaların birleşimi, söylemlerin ötesinde bir hisle birlikte geliyor. Ruhani bir yaklaşım, bazen rehberlik sağlayabilir: 'Anlamak zorunda değilsin; hislerin seni karanlıktan aydınlığa taşıyacak.' Film izleyicisinin zihnine ikinci sahnesi dışında hiçbir zaman aydınlık yansıtmamış olsa da.

11 Eyl 2013

Jagten

Bazı filmler ders gibidir.

Jagten karakteriyle fazlasıyla özdeşleşmemizi göz göre göre sağlarken, öfke dolu çaresizlik hissinden uzaklaşmamıza neden olacak tek bir kılçık barındırmaksızın beynimizi sıkı sıkı boğuyor ve bir daha da serbest bırakmıyor: Çırpınışa benzer ufak agresifliklerle katarsis kırıntıları edinirken, rahatlamaya kavuşulan bir çözüme asla varamıyoruz. Nefes aldıran çözüm, aynı zamanda hayat boyu izinden kurtulunamayacak bir tekinsizliğin de sinsi temsilcisi.

Thomas Vinterberg, 2012

 Filmin isim babası olan benzetmesi, filmin mevzubahis edilebilecek tek eksikliğini de açığa çıkarıyor: Zamandan ve mekândan bağımsızlaşmış bir ava girişen ve en ufak bir kurban adayını dahi kaçırmayacak kadar keskin gözlü toplumun, av ihtiyacının nedeni.

4 Eyl 2013

Disconnect (2012)

Bağlantısız karakter gruplarını internetin getirdiği ufak elementlerin tuzağına düşürmeye koyulduğunda bizim diyarımıza özgü tuhaf bir dış dünya paranoyasına kapıldığı endişesi yaşatan Disconnect, adına rağmen, önermesini bağ koparmaktan öte yakın olunan kişilerle kurulmuş bağları onarmanın üzerine oturtarak, kendi kendine kurmak üzere olduğu tuzaktan sıyrılıyor. Kamu spotu kıvamına varmaya ramak kalacak derecede fazlaca dallanan öykü yapısına rağmen bütünlüğünü önermesinin birleştirici öğütleriyle büyük ölçüde korusa da, bazı kılçıklarından arınamıyor film: 'Ahlâken' aykırı bir evde kurban olarak konumlandırdığı Kyle'ı son perdede gazeteci karaktere karşıt ve karşıtlığıyla haklı konumlandırır ve gazeteciye karşı aldığı tavrın arkasını yeteri kadar kurcalayamazken, diğer grupların da tonunu gri seçmesine rağmen bu hedef göstermeyen tutumunun ardında griliğin arka plânını verecek derinlikleri sağlayamıyor. Oğluna ilgisiz babanın griliğinin karanlık taraflarına yeteri kadar hakim olamazken, eşini kaybetmiş polisin profesyonel yaşamındaki özdeşleşilmesi kolay karakterine rağmen ev hayatında oğluna yönelttiği öfkesinin dayanağını inandırıcı bulmakta güçlük çekiyor, çocuğunu kaybetmiş bir adamın eşine karşı duyduğu ilgisizliğin kredi kartı bilgilerinin çalınması yoluyla dolandırılmaya yol açacağı neden sonuç ilişkisinin bir hakikat kalıbına oturtulmasınıysa ister istemez gülünç buluyorum.

Boşluklara yer kalmayacaksa, tek ve yeterli bir öyküyü, kendine güvenerek işe koyulmuş bir sünger formunda anlatmak daha etkili olabilir. (Mesele de zaten kamu üzerinde etki yaratmakmış gibi görünüyor.)

24 Ağu 2013

Tepenin Ardı

Önceki yerli minimal örneklerden yalınlığının kendini beğenmişlikten uzak kural sadakati ve basit ancak etkili ulusal alegorisiyle ayrılan Tepenin Ardı, genç minimalistlerin sık sık düştüğü aksiyon yoksunluğuna kapılmaksızın öyküyü alegorisinin sınırları içerisinde çatır çatır kırdığı gibi, kamerasını asla şiddeti gözetleten bir araca dönüştürmüyor ve mücadelelerin eksik kalmadığı toplumunun ‘dışarıdaki’ paranoyasına ustaca açıklık getiriyor. Tepenin ardındakilerden yalnızca, arka plân öykülerine daha keskin işaretler dilenebilirdi.

22 Ağu 2013

Sightseers (2012)

Riskli ve cesur senaryo seçimleriyle yeni kuşak İngiliz yönetmenler arasında özel bir yer kazanan Ben Wheatley’in Britanya’nın farklı ekonomik sınıftan katillerine kafa yoruşu sürüyor. Down Terrace ile doğaçlama gelişmiş aile boyu cinayet ve Kill List ile girilen bir kiralık katilin kaygı ve tekinsizlik dolu fantezi evreninin ardından, Sightseers yeniden olağanlaştırılmış ve uç nokta psikolojilerden arındırılmış cinayetlerin ironik bir estetikle sunuluşunu alışılmış bir öykü yapısına oturtuyor. Tuhaf mesleklere ve alışılmış sevgililerin-yol arkadaşlarının aksine çekici olmayan özelliklere sahip Chris ve Tina, arkalarında kazara ölmüş bir köpeğin anısını ve hasta bir anneyi bırakarak karavanlı, şirin yol hikâyelerine adım atıyorlar; ancak şirin yol hikâyeleri, elbette, zavallı yaşamlarının bu birkaç günlük kaçamak dönemini her seferinde daha da sıradanlaştıracakları cinayetlerle bezeniyor. Seriyi başlatan başarısız yazar Chris cinayetlerini makul nedenlere dayandırırken, Tina’nın böyle bir derdi yok; olağan hayat mücadelesindeki bir erkek üzerinden kendini var eden bir kadının yön değiştirme huyuna paralel şekilde, Chris’e karşı büyüttüğü her öfkenin karşılığını sorumlu-sorumsuz bir bedenin telef edilmesinde buluyor. Katil aşıkların birlikteliği, çoğu aşktan farksız olarak, bir mücadeleden ibaret; ve bu mücadelenin elbette, öykünün klişe kapanışını bu kılçığından uzaklaştıracak bir galibi var. Poppy yerine-geçeni Banjo’nun ve kızına yolladığı cevapsız aramalarla pasifliğini koruyan açılış karakterimiz annenin Tina üzerindeki etkilerinin ardında kalan belirsizlik ise filmin söyleyebileceklerinden bir parçayı koparıp götürüyor.

23 Haz 2013

Oblawa

     Polonya’da üstü kapalı bir mecburi hizmet, savaş temasını kullanmak. Ancak Oblawa, savaşı karakterinin id merkezli dürtülerinin, ortaya çıkmış yalnız ve denetimsiz koşullardan dolayı apaçık serilmesini sağlayacak bir arka plân olarak kullanıyor. Savaş koşullarındaki partizan yaşamı, ana karakter Wydra’nın temel motivasyonlarını ortaya çıkaracak yegane şart ve ailesinin ‘hayvanlar’ tarafından katledilmiş olması da bunu öykü düzeyinde meşrulaştırıyor. Wydra bir hayvan gibi yiyor, hayvan gibi uyuyor, hayvan gibi karşı cinsi kokluyor, hedeflerini hayvan gibi öldürüyor ve bunları yaparken bol miktarda ses çıkarıyor. Onu bir hayvandan ayıran, görünümü ve konuşmaları.

Marcin Krzysztalowicz, 2012

     Bu çerçevede cinsellik elbette ön plânda. Klasik beklentileri sekteye uğratıyor olsa da, karşıt karakterin aşırı pasifliğinin altında cinsellik çatışması yatıyor: Wydra her kadını koklayan, tek birine takılı kalmayan ve eşli-eşsiz herkese geçici bir süreliğine demir atmaya çabalayan bir adamken, öldürmesi gereken eski okul arkadaşı ise tek eşli, ancak cinsel hayatı özgüvenini dibe vurduracak kadar iktidarsız bir adam. Karşıt karakterin vatan hainliği ise filmin politik doğruculuğuyla birleşerek sıkıntılı bir karmaşa yaratıyor. Film karşıt karakter Henryk’in, yatakta tatminsiz bıraktığı mutsuz karısının gölgesinde kalmış masturbasyonlarını vatan hainliği ile ister istemez özdeşleştirirken, onu cezalandıracak adam Wydra ise Henryk’in karısına dahi henüz Henryk’in vatan hainliği ortaya çıkmadan sahip oluyor; yani cinsel başarıya indirgenmiş erkeklik tanımı, bir başka boyutta da siyasi onura bağlanıyor. Film siyasi resmi kendine arka plân edinmiş ve öz insani motivasyonları konu almaya yeltenmişken, bu bağlantı doğrudan bir ideolojik çelişki yaratmayabilirdi; ancak Wydra kapanış sözlerinde ailesinin ‘hayvanlar’ tarafından katledilişini anlatırken, kampına ihanet eden SS muhbircisi genç kadını ‘yalnızca hayvanlar, kadınları ve çocukları öldürürler’ aforizmasıyla hayatta bırakırken seyirci bunu ona duyduğu cinsel arzudan dolayı yaptığını düşünmeye çalışsa da, anlatı Wydra’nın tutumuna verdiği, müzik destekli onur duruşuyla hem seçtiği temel öyküye, hem de filmin başından beri politikliğin ötesine hazırladığı seyircisine ihanet ediyor.

29 May 2013

The Master (2012)

Yazmak durumunda olunan öykü yazılmak istenmediğinde bir şekilde doğuyor, ama yetim kalıyor. Ne söyleyeceğine karar verilememiş, tutarlı olmayı başaran ancak odak noktasını seçemeyen, belki de mecburen her karakterine empati besleyen, yan karakterlerini de anlamaya çalışan ancak onlara yönelmeye yetecek enerjisi olmayan, yetim bir öykü.

Yine de, zorluk çeken ne yaptığını bilen bir yetenek olunca, ortada hâlâ harika bir öykü oluyor. Karşıtlıkları belli ve ortada buluşamaz, ancak iç çatışmaların etkisiyle buluşan, gitgelli bir sekiz çizerek yolunu bulan bir karşıtlık.

26 Nis 2013

Dark Horse


     Todd Solondz’un kendine has ironi dolu sinema dili her yeni filmde daha da güçleniyor. Bu onun bazı eleştirmenlerin ve seyircilerin gözünden düşmesine neden olsa da ortaya çıkan işler, Solondz mizahına alışkın olanlar için muhtemelen hem daha anlamlı, hem de daha eğlendirici oluyor.

     Kara mizah ana karakterini ve dünyayı ciddiye almamayı sever; hepimizin tanıdığı babadan meslekli ve özgüveni yüksek kilolu adamların bir buluşması olan ve aynı zamanda yetişkinlik beklentilerinin ortasına atılmış bir çocuktan farksız Abe’i anlatmanın en iyi yöntemi de kara mizaha başvurmak olsa gerek. Her şeyi yapabileceğine güveni tamken, sığındığı ve ayrılmayı düşünmediği odasına yeni oyuncaklar almak ve bir arkadaşı elinden tutup sürüklercesine, hoşlandığı kızı ufak odasında yaşatmak isteyen ve bulduğu nihai anne figürüyle de elbette sevişmek isteyen Abe, yalnızca karşıladığı kişilik tipini değil, hepimizi karakterinde topluyor. Kendisinden beklenenleri yapamamış ve yapabileceğine inancı –herkesin kendisi hakkında düşündüğü gibi- tam olan ancak bir yandan özyıkımcı bir çocuklukla büyümeyi bilinçsizce reddederken, kendisine dayatılan rekabeti de görmezden gelemeyen ve kardeşine nefret besleyen bu koca çocuğun ölümü, ironik dile rağmen kendisiyle özdeşleşmiş seyirciye de kendi kabullenemeyişinin ölümünü yansıtıyor. Solondz karakteriyle hem dalga geçer hem de ona sempati duyarken, ben de gözümü ister istemez Abe’i karşılaştırdığım kodaman oğullarından ve üst-orta sınıf gençlerinden kendime çeviriyorum. Solondz’un istediği gibi, kendime –ve size- acıyorum. Yapmak istedikleri dayatılmış, ve onu başarabileceğini öğütleyen popüler kültür öğeleriyle etrafı sarılmışlara.

Todd Solondz, 2011

8 Nis 2013

Tabu (2012)

     Yaşlı bir zihnin iz bırakan minimalist anılarından hareketle tipik ancak kurgulanışıyla sıradışılaşmış bir sınıflar arası aşkı anlatan Tabu, kendi anlatıcısının önüne yerleştirdiği çalışan siyahi insanlar ve kendi karakterlerinin münakaşalarının ardına yerleştirdiği diyalogsuz ses bandıyla sanatını devreye sokuyor.  Kayıp Cennet bölümüyle kendi gerçekliğinin sorgulanmasına izin veriyor, kendi ana karakterlerinin anılarını basit seçimlerle gelen büyük ideolojik sorgulamalarla neredeyse önemsizleştiriyor. Miguel Gomes bir nevi, dinlemeye bayıldığınız aşk hikayesini bir de ses ve görüntü bantlarının imkansız aşkı eşliğinde izleyin, diyor: Ses bandı aşk hikayesini aktarırken sömürülen Afrikalı işçiler çalışır, görüntü bandı karakterlerin aşkla yakınlaşmalarını aktarırken ses bandı yalnızca Afrika'nın böceklerini dinletir.

12 Mar 2013

Alpeis


   Öyküsü, kurgusu ve mizansenindeki terse çevirmelerle yapı sorgulayıcı bir önerme kazanan Alpeis, ana karakterinin öykü çizgisiyle sorguladığı yapıyı uygulamaya girişirken, son sahnesiyle öykü gerçekliğinin güvenilirliğini ortadan kaldırarak sorgulamaya kendisini de dahil ediyor. “Popülerle çalışamayız” ile açılan film, alışılmış bir Hollywood üretiminde müzik eşliğinde rastlanacak bir sahneyi müzik olmaksızın ağır çekimle yansıtırken, veya yine alışılmış yapay diyalogların yapaylığını öykü gerçekliğindeki ısmarlamalığa taşıyarak ve yapay oyunculuğu gerçekliğe taşıyarak terse çevirmelere girişirken ana karakterini klasik anlatı çizgisine oturtarak neredeyse bir dönüm (twist) oluşturuyor ve yan karakterine de istediği popüler yapıyı verirken kendi gerçekliğini de güvenilmez bir çıkmaza sokuyor: Ismarlama bir şekilde, “Dünyanın en iyi koçu sensin.”

   Giorgos Lanthimos, veya Attenberg ile Athina Rachel Tsangari, belki kendi gitgellerine rağmen popüler kültür tarafından kucaklanmayacaklar ancak ağırbaşlı isyankarlıklarıyla sinemanın biçimsel seyrinde önemli bir yer edinmekteler.

11 Mar 2013

Brave (2012)

   Sevimliliğin abartılı ucuzlukta bir özdeşleştirme aracı olarak kullanılmadığı Brave, Pixar için yeni ve oturaklı bir adım gibi görünse de, öykünün telkini konusunda farklı bir adım söz konusu değil; 'kendi hayallerinin peşinde gitmeli ve onları gerçekleştirebileceğini bilmelisin, ancak aile kurumunun ötesine geçecek kadar da ileri gitme.' Cumhurbaşkanının Twitter hesabı üzerinden övgülerini sunacağı bir çalışma.

    Brave'in Oscar'ı hak eden yanı ise, teknik olarak animasyonu vardırdığı nokta. Tasarımlar kendilikleriyle kalmıyor, etkileyici bir dinamizme varıyor.

Brave, 2012 (Finding Nemo?)

11 Şub 2013

Life of Pi

Üç boyutu işlevlendirme çalışmaları ister istemez bir önyargı mazereti sunuyor olsa da, Life of Pi ustalıkla detaylandırılmış, David Lynchvâri yer değiştirmelerle masallaştırılmış rasyonel ve acı dolu bir hikâye. Karakterin, öykü boyu süren telkinlerine rağmen, oyuncunun bakışlarıyla gerçekliğini tamamıyla idrak ettiğimiz 'sahte' öyküyü doğrudan anlatarak her şeyi açığa vurmasıyla filmin ticariliğe meze olarak kullandığı tüm görsel gerçeküstülük ve karakterin kendi zihniyle sınırlandırılmış din önermeleri de bir nevi ters köşeye yatmış oluyor.

(Dini görüşlerin, diğer görüşlere oranla propaganda yaftası yeme olasılığı çok daha yüksek ve önyargıdan muzdarip; karakterin hiçbir şekilde dayatmacı olmayan görüşlerini, tersi görüşlere aile bireyleri aracılığıyla yer verilmiş olmasına rağmen filmin din propagandasına kayıp kaymadığının bu derece tartışılıyor olması da buna bir örnek. Sık sık rastlanan hiçbir pozitivist ideolojili ve önermeli film böyle yoğun bir tartışma ile karşı karşıya gelmiyor örneğin.)

Gerçek hikâye belli. Bunu karakter de, yönetmen de zaten biliyor. Ancak bu bir kendi ile yüzleşme ve inkâr hikâyesi; ve önerme şu: Bu haltlarla ancak gerçekdışına inanarak başa çıkabilirsin.

10 Şub 2013

De rouille et d'os

Oscar adaylarının gölgesinde, nihayet, düşünebildiğimizi hatırlatan bir film.

Erkek avlama aracı olarak kullanılan bacaklar, kontrol altındaki erkek simgeleyeni tarafından devredışı bırakılır.

Bu bir Oscar adayının ilk perdesi olabilirdi. Ancak bunun için son perdeye Katy Perry ile birlikte, kadının mesleğine 'her şeye rağmen' geri dönüşüyle girmek gerekirdi.

Jacques Audiard ise, aslında benzer bir öyküyü klasik ve minimalist öğeler arasında bir denge bularak, tattırdığı müziği manipülasyona ramak kala kesmeyi bilinçlice başararak anlatıyor. Dönüşerek üstünleşmiş kadın, hayvan-erkeğini hayati bir dolaylı hamleyle dizginliyor. İlginç bir şekilde, o hayvan-erkek, aynı zamanda izleyicinin yerleştiği, yalnızca film sırasında değil tüm yaşamının izleme serüveninde de bakış açısını paylaştığı hakim, saldırgan ve kontrol yoksunu hayvan-erkek. Güç sahibi, yönetici, akademi üyesi.

Jacques Audiard, 2012

8 Şub 2013

Wreck-it Ralph

    Heyecan verici önermesiyle yıllık basmakalıp stüdyo animasyonlarından ayrılma umudu veren Wreck-it Ralph, kahramanını seyircisi için genellikle antagonist sütununa yazılan bir karakterden dönüştürerek içeriksel bir terse çevirim yapıyormuş gibi görünse de, özünde kötücül nitelikler taşıyan karakterini yapıcı ve olumlu bir pakete sararak hem karakterin esas ideolojisine ihanet ediyor, hem de öngörülenin aksine, 'kötü' anlayışını yumuşatma ve empati oluşturma fırsatını görmezden gelerek yalnızca bir yön değiştirmeye girişiyor. Virüs karaktere ayrılan minimal vurgu öykünün antagonist bulmada kargaşa yaşayarak kötü anlayışını yanlışlıkla yumuşatmasına neden olsa da, bir karaktere dahi sahip olamayan böceklerin empatiye muhtaçlığı yalnızca pekiştiriliyor.

Argo

Yönetmenlik öykü anlatıcılığıdır ve klasik formda sinema öykücülüğünün de önemli bir kısmını tansiyon yaratmak oluşturur; ancak tansiyonun ustası Hitchcock'tan biliyoruz ki, hepsi bu değil. Anlatılandan öte, anlatım şekli önemli olsa da, bu şeklin altında yalnızca biçim değil, içerik de mevcut. Argo alışıldık politik ideoloji sıkıntılarına sahip olmakla birlikte biçimsel olarak da var olanı tekdüze bir şekilde uygulamanın ötesine geçmiyor; son anda yırtmalar ve gülüşlerle örülmüş zafer planları, yüzeyselliğin üzerine oturmuşken, aynı öyküyü çok kez dinlemiş bir zihne en fazla bir anlığına ilgi çekici gelebilir.

Ben Affleck, 2012

Frankenweenie

Frankenweenie pozitivist bir yaklaşımla izleyicisine sınırtanımaz bir hedefçilik ve deneycilik önererek günün ideal toplumuna yardım sağlıyor olsa da, klasik anlatı çerçevesinde yol açtığı katarsisi, öykünün yer değiştirme nesnesinin (ben'in kendi ölümlülüğünü kabullenememe aracı olarak köpek) ölümden nihai kurtuluşuyla süsleyerek, izleyicinin büyütebileceği bir ölümü kırma motivasyonuna ket vuruyor. Köpeğin canlanıp canlanmayacağı muammasına uzun uzadıya maruz kaldığımız kapanışta yürek kuyruğun oynamasını dilerken, zihin ölümün öykü düzeyinde hakimiyetini talep ediyor.

27 Oca 2013

Pieta (2012)


     Kim Ki-duk’un oyunculuğu yapay yan karakterlerini, gerçekdışı diyaloglarını, üst üste veya aniden gelen yakın planlarını ve hatta Pieta’da karakterlerin iç kırılmalarını yansıtmak adına kullanılan zoom in’lerini yadırgamamak zor; ancak yönetmenin tek bir ana öyküye hizmet eden alt öykülerle örülü ve etkili metaforlarla bezeli özgün bir öyküyü, özellikle ışık kullanımıyla öne çıkan minimalist yapısına rağmen bir dönüm (twist) kullanmaktan kaçınmayarak kurgulayışı kendisinin öykü anlatıcılığındaki yetilerini ortaya koyuyor. Dönümlerin öyküleri daha etkili kıldıklarını düşünmem; daha çok, beynin ilkel eğlence arayışını mükafatlandırırken, öykü boyunca yürütülen anlamlandırma düşüncelerinin en azından bir kısmını hüsrana uğratan bir hokkabaz işgüzarlığıdır bu, ve bu tanım Pieta’nın bitirişi için de geçerli. Annenin gerçek anne olmaması anlatısal anlama ufak bir anne motivasyonu dışında yeni bir boyut katmazken, anne-oğul arasında yaşanan cinsel münasebetlerin olası ve ilginç okumalarını da sekteye uğratıyor.

     Ağır ağır tüm bölgede yükselmeye başlamış gökdelenlerin arasında, alt katların bakımsız kuytularında ekmeğini çıkarmaya çalışan işçilerin, ekonomik sistemin imkânsız talepleri çerçevesinde asla kapatamayacakları borçları yüzünden sakat bırakıldıkları polissiz bir dış dünyada, bu acının dağıtımını icra eden karakterin motivasyonuna neden olan, belki de annesi tarafından ekonomik nedenlerden dolayı terk edilmiş olması. Ne insanlara, ne tavuklara, ne de yılan balıklarına merhameti olmayan bu dünya, annesinden ayırdığı tavşanı, oğulu, çok geçmeden arabanın altına sokmayı da iyi biliyor. Simgesel sorumlu ise, tüm bir şehri çevreleyen otoban asfaltında -doğrultuyu işaret eden düz bir yol şeridi gibi- kanını bırakarak terk ediyor öyküyü.

Ki-duk Kim, 2012

The Perks of Being a Wallflower


    Lise yıllarına takılıp kalmış içe dönüklerin veya bu iki nitelikten birini taşıyanların bir şekilde seveceği bir film The Perks of Being a Wallflower; ancak travmatik bir geçmişe sahip ana karakteri dahil tüm eksen karakterleri yalnızca klişe birer outsider olarak aslında öykü boyutunda ve izleyen gözünde fena halde cool insider’lar konumuna yerleşirlerken film de, özdeşleşme yoldaşı içedönüklere verdiği öğretilerle içedönüklüğü olumsuzluklarla dolu bir kalıba yerleştiriyor.

     Henüz okumadığım romanın harika deneyimler sunuyor olabileceği aşikar; ancak öykünün film uyarlaması, yazarının romanın da yazarı olmasından biraz çekmişe benziyor. Hiçbir şeyin dışarıda bırakılmaya kıyılamaması bazı yan karakterleri kılçıktan hallice kılarken, karakterlerin canlanış şekilleri ve jestleri de vermeleri gerekenden uzak bir noktaya düşüyorlar. Homofobiklerin gözünde dahi havalı bir konuma yerleşecek Patrick, kısa saçlı Emma Watson tarafından canlandırıldığı için ekstra hiçbir niteliğe sahip olması gerekmeyen Sam ve üst düzey bir dost ve karşı cins canlısı izlenimi veren Logan Lerman’ın oynadığı ana karakterin dahil oldukları bir grubun outsider sıfatı alabilme imkânı öyle düşük ki, travmasının ardındaki nedene öykünün son bölümüne kadar ulaşamadığımız ancak eski dostuna yazdığı mektuplardan içedönük olması gerektiğini anladığımız karakterin bu durumunu deneyimlerimizle bütünleştirerek idrak edebilmemizin tek yolu onun içedönüklüğünü işaretleriyle birlikte gerçekçi bir boyutta kabul edebilmemiz. Ancak sınıfta doğru cevabı sesli söyleyememesi dışında sosyal açıdan sıkıntı yaratacak bir içedönüklüğüne şahit olamadığımız bu yakışıklı çocuğun, seyircinin kendisini outsider hissettirecek kadar havalı arkadaş grubuna dahil olması ve onlara dans pistinde katılması o kadar kolay gerçekleşiyor ki, filmin geri kalanı tipik bir lise serüvenine dönüşüveriyor. Eşcinsel yan karakterin öyküde ana karakterden daha dikkat çekici ve baskın bir yer kaplamasıysa düşündürücü; bu dışadönük ve havalı –ancak bir şekilde outsider- eşcinselliğiyle özgünleşen karakter, öykünün ana karakteri olsaydı nasıl olurdu? Ne de olsa, ana karakterin en önemli numarası olan travma, ana öyküyle bir türlü doğrudan ilişkiye geçemiyor: eğer genç kızlığında tacize uğramış Sam’in sevda nesne olma nedeni ana karakterin de bilinçsizce benzer bir geçmişe sahip olmasıysa, bu ilişkiyi bir yıldırım aşkıyla başlatmamak daha anlamlı ve kaderciliğin yarını muamma güvensizliğinden uzak olurdu.

Stephen Chbosky, 2012

     Tam anlamıyla şahit olamadığımız zincirlerini kolayca kırıveren ve ufaklığından beri içedönük olmuş bir insanoğlunun mekanik olarak başaramayacağı şekilde, sevdalı olduğu kıza kollarını yukarıdan uzatmaya başlayarak sarılabilen ana karakter adeta alter egosu olduğu yaratıcısına gözümüzde genç boyutta bir havalılık katarken, seyirciyi de grubun her bir karakterine fena halde imrenen outsider’lar koltuğuna sürüklüyor. Arkadaşlığın yüceliğini övüp katılım göstermeyi içedönükler için bir zorunluluk olarak yansıtan bir ‘duvar çiçeği olmanın avantaları’, ancak duvar çiçeği olmamanın avantalarını konu alabilir.

     Belki roman, karakterinin duvar çiçekliğini daha yoğun deneyimlerle yansıtarak onun dahil olduğu yeni grubu sahiden duvar çiçeği olmanın bir avantası olarak ele alıyor, ve karakterlerinin kendilerini sonsuz hissettikleri anı okuyucusuyla da paylaşmayı başarabiliyordur. Zeki bir içe dönük bunu sosyal etkileşimle başarabiliyorsa.

25 Oca 2013

Django Unchained - Irkçı mı, Gerçekçi mi?

     Tarantino’nun sahiden de ırkçı imgeler kullanmış olabileceğini düşünerek izlemeye başladığım Django Unchained’i, ırkçılık eleştirisinde bulunanlara şaşkınlıkla gülerek tamamladım.

     Nazilerin ardından 1800’lerin siyah köle sahiplerinden de temsili intikamını almaya koyulan Tarantino’ya ırkçılıktan pay çıkarılabilecek tek nokta, mentor karakter olan Alman ödül avcısı Dr. King Schultz'un seyircinin kendini yerleştireceği nokta olarak kurgulanmış olması olabilir; ancak bu dahi, öykünün gerçeklik düzlemine oturabilmesi adına, mücadeleye girecek ezilen karaktere gerekli itelemeyi yapabilecek ‘dışarıdan’ bir kuvvete ihtiyaç göz önüne alındığında geçerliliğini yitiriyor. Rastladığım en ilginç saldırı noktası, karakterlerin kullandıkları dilin, bugünün ırkçılığa duyarlı kulağına ağır gelmesi. Dönem filmleri sık sık anakronizm etiketli mantık hatalarıyla eleştirilirler, ancak burada anakronizme, dönemin yaygın hitap şekillerinin filmde karakterlere kullandırılmasından bugünün saldırganlık kabullerine pay çıkaran seyirci düşüyor. Django ırkçılığın ve köleliğin liderlerini tarihin biriktirerek çoğalttığı (ve yönetmenin seçimlerine aktardığı) kanlara gömer ve onunla aynı eksende yer alan beyaz ödül avcısı kendisiyle aynı ten rengine ancak farklı ideolojiye sahip ticari hasmını Alexandre Dumas üzerinden sessizleştirirken, özellikle mentor tarafından sık sık stratejik olarak kullanılmış bir çift nitelemeye takılmak oldukça gülünç.

     Bu uzunca filmin –tıpkı Inglourious Basterds gibi- süresine, temposuna ve genel seyirciyi yakalayışına oranla gayet minimal sayıda sahneye sahip oluşu, Tarantino’nun öykü anlatma yeteneğine net bir gösterge. Yoğun şiddet estetiği veya kabullenilmesi zor ilginçlikte ve zaman zaman sahneleriyle uyumsuzluğa yatkın müzik tercihleri gibi beğeni ve onay kazanması zor yanları ise onun bu yeteneğini sekteye uğratmaktan çok cesur kılıyor. Muhtemelen Django Unchained’i harika bir yönetmenin ırkçılık izleri taşıyan filmi olarak niteleyeceğimi tahmin ediyordum, ancak bu, harika bir yönetmenin ırkçılık karşıtlığını olabilecek en uç noktalara götürmeyi başaran harika bir filmi.

Quentin Tarantino, 2012

Silver Linings Playbook

     Son bölümüne kadar senaryo detaylarına ve arka plân öykülerindeki mizah anlayışına imrendiğim filmin beğenimde eksik kalmasının nedenini başta çözemedim. Kabahati son perdeye yıkmaya çalıştım. Benim için Silver Linings Playbook’un son perdesinin sıkıntısı neydi? Tiffany’nin ekilenden fazlasını son perdede yansıtan aşırı duygusallığı mı? Yoksa doğrudan son perde ile bağlantılı olmaksızın, muhtemelen romandaki vurgulanışıyla öyküdeki yerlerini daha sağlam kılan detaylara filmde yalnızca dokunulmasının  üzerimde yarattığı eksiklik hissi mi?

     Nihayet anladım: Öykünün çatışmasını oluşturan problemin çözümünün bir romantik ilişki olması, çözüm karakterin rahatsızlığı için -her çözüm gibi geçici ancak- etkili bir çözüm olsa dahi bu çözümün öyküyü götürdüğü türün katıksız alışılageldik romantik komedi türü olması filmin kendini yumuşatmasına, meselesini tıpkı bir aşık gibi kendini kandırarak çözmesine neden oluyor. Her yerden fışkırabilen Danny ile, ailenin, baba Pat ile bahis arkadaşının, Hindu psikiyatristin ve diğer yan karakterlerin ufak ayrıntılar üzerinde yükselen mizahla bezenmiş hâlleri dikkate değer detaylar içererek filmi yukarıya taşıyor; ancak esas çizgiye bakıldığında, başarıyla oluşturulmuş yan karakterlerin çevrelediği iki özgün karakterin karışık durumları sahiden de çivi çiviyi söker tabanlı bir ilişki ile çözülebilecek olsa da, bu çözümün romantik komedi imgeleriyle örülmüş olması tüm bu detayların hak ettiği değeri düşürüyor.

23 Oca 2013

Anna Karenina (2012)

 Anna Karenina gibi bir eserin daha nice uyarlamaları yapılacaktır ancak Joe Wright’ın son yönetmenlik adımı, fazlaca Anna Karenina uyarlaması tecrübe etmiş sayılmasam da, izlediğim en cesur ve yaratıcı olanı. Cesur, çünkü Tolstoy’un romanının temelinde yatan karakter gelişimini, öyküyü zaten onlarca defa deneyimlemiş seyirciye yeniden tüm adımlarıyla yansıtmaya gerek duymuyormuşçasına minimal düzeyde tutmaya kalkışıyor ve karakter dinamiklerini zaten bildiğimizi farz ederek, daha çok kendi yaklaşımıyla ilgileniyor. Uyarlama, yönetmenin öyküye özgün bir bakış katmasıyla değer kazanır; Wright’ın, karakterlerini tanrısal bakış açısından anlatan romancı gibi hayli ilginç ve cesur bir self-reflective tiyatro sahnesi benzetmesini tüm filme yayması ve karakterlerini yaşadıkları değişimlerle birlikte tasarım değiştiren sahneler arasında hareket ettirmesi, çoğu uyarlamanın baş etmekte güçlük çektiği acı verici sekans geçişlerini keyifle cebe attığı gibi filme de yakalanması güç bir ritm kazandırıyor. Tempo karakter gelişimi ile kolay kolay iyi geçinemez, ancak Anna ile Kitty ve Dolly arasındaki kontrast ve aynı zamanda Tolstoy’un uzundan hissesi olan Anna’nın ilişkileri ile Kitty-Konstantin ilişkisi arasındaki kontrast, minimal sahne sayısıyla tıpkı Tolstoy’un yaptığı gibi, ağırbaşlılıkla aktarılıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında geçen The Reader’ın İngilizce dil tercihi filmin anlatısını ister istemez yaralıyordu; Anna Karenina’nın self-reflective anlatımı, gerçeküstü  –modernin aklındaki gerçek klasik dönem imajı- oyuncu jestleri ile sahne sahne –Oblonsky’nin ‘Rusya’nın ruhu’ olan  evrak işleriyle çevrili bürosu gibi- müzik desteğiyle birlikte mizahi bir yön de taşıyan stili ile, Rusya’nın İngilizce ile örülü oluşunun da rahatsızlık vermesi önleniyor. Yönetmenin şaşılası gücü.

Yönetmenin kattığı en hakiki seslerden biri ise ele alınan öykünün dönüm noktalarını oluşturan dinamiklerde, aşkın ve tren öncelemesinin yansıtılışlarında kendini gösteriyor; filmin mekânda sınır tanımazlığı Anna’nın endişelerinin gölgesinden korkutucu bir trenin geçmesine zemin sağlarken, tren sesinin kullanımı da dönüm noktalarını zihne kazıyor.

Joe Wright ve senaryo yazarı Tom Stoppard, Anna Karenina’nın Tolstoy’dan sonra rastladığı en özgün anlatıcılar olabilir.

Joe Wright, 2012

21 Oca 2013

Lo Imposible

Yaşanmış olaylardan ve özellikle felaketlerden beslenen filmler genellikle sırtlarını ele aldıkları konuya dayarlar ancak The Impossible‘ın yönetmen imzası ve senaryo detayları oldukça kuvvetli; fikirlerin minimal yansıtılışı -ideolojiyi değerlendirmeyi dışarıda bırakırsak- niteliğini bu kuvvetten alıyor. Hollywood stilinin artık işlemeyen duygu tetikleme müzikleriyse bu imzaya ket vuruyor. Daniel’ı kurtarma kararı sırasında kullanılan yoğun sessizliğin yaygınlaşması bu filme çok yakışabilirdi.