27 Oca 2013

Pieta (2012)


     Kim Ki-duk’un oyunculuğu yapay yan karakterlerini, gerçekdışı diyaloglarını, üst üste veya aniden gelen yakın planlarını ve hatta Pieta’da karakterlerin iç kırılmalarını yansıtmak adına kullanılan zoom in’lerini yadırgamamak zor; ancak yönetmenin tek bir ana öyküye hizmet eden alt öykülerle örülü ve etkili metaforlarla bezeli özgün bir öyküyü, özellikle ışık kullanımıyla öne çıkan minimalist yapısına rağmen bir dönüm (twist) kullanmaktan kaçınmayarak kurgulayışı kendisinin öykü anlatıcılığındaki yetilerini ortaya koyuyor. Dönümlerin öyküleri daha etkili kıldıklarını düşünmem; daha çok, beynin ilkel eğlence arayışını mükafatlandırırken, öykü boyunca yürütülen anlamlandırma düşüncelerinin en azından bir kısmını hüsrana uğratan bir hokkabaz işgüzarlığıdır bu, ve bu tanım Pieta’nın bitirişi için de geçerli. Annenin gerçek anne olmaması anlatısal anlama ufak bir anne motivasyonu dışında yeni bir boyut katmazken, anne-oğul arasında yaşanan cinsel münasebetlerin olası ve ilginç okumalarını da sekteye uğratıyor.

     Ağır ağır tüm bölgede yükselmeye başlamış gökdelenlerin arasında, alt katların bakımsız kuytularında ekmeğini çıkarmaya çalışan işçilerin, ekonomik sistemin imkânsız talepleri çerçevesinde asla kapatamayacakları borçları yüzünden sakat bırakıldıkları polissiz bir dış dünyada, bu acının dağıtımını icra eden karakterin motivasyonuna neden olan, belki de annesi tarafından ekonomik nedenlerden dolayı terk edilmiş olması. Ne insanlara, ne tavuklara, ne de yılan balıklarına merhameti olmayan bu dünya, annesinden ayırdığı tavşanı, oğulu, çok geçmeden arabanın altına sokmayı da iyi biliyor. Simgesel sorumlu ise, tüm bir şehri çevreleyen otoban asfaltında -doğrultuyu işaret eden düz bir yol şeridi gibi- kanını bırakarak terk ediyor öyküyü.

Ki-duk Kim, 2012

The Perks of Being a Wallflower


    Lise yıllarına takılıp kalmış içe dönüklerin veya bu iki nitelikten birini taşıyanların bir şekilde seveceği bir film The Perks of Being a Wallflower; ancak travmatik bir geçmişe sahip ana karakteri dahil tüm eksen karakterleri yalnızca klişe birer outsider olarak aslında öykü boyutunda ve izleyen gözünde fena halde cool insider’lar konumuna yerleşirlerken film de, özdeşleşme yoldaşı içedönüklere verdiği öğretilerle içedönüklüğü olumsuzluklarla dolu bir kalıba yerleştiriyor.

     Henüz okumadığım romanın harika deneyimler sunuyor olabileceği aşikar; ancak öykünün film uyarlaması, yazarının romanın da yazarı olmasından biraz çekmişe benziyor. Hiçbir şeyin dışarıda bırakılmaya kıyılamaması bazı yan karakterleri kılçıktan hallice kılarken, karakterlerin canlanış şekilleri ve jestleri de vermeleri gerekenden uzak bir noktaya düşüyorlar. Homofobiklerin gözünde dahi havalı bir konuma yerleşecek Patrick, kısa saçlı Emma Watson tarafından canlandırıldığı için ekstra hiçbir niteliğe sahip olması gerekmeyen Sam ve üst düzey bir dost ve karşı cins canlısı izlenimi veren Logan Lerman’ın oynadığı ana karakterin dahil oldukları bir grubun outsider sıfatı alabilme imkânı öyle düşük ki, travmasının ardındaki nedene öykünün son bölümüne kadar ulaşamadığımız ancak eski dostuna yazdığı mektuplardan içedönük olması gerektiğini anladığımız karakterin bu durumunu deneyimlerimizle bütünleştirerek idrak edebilmemizin tek yolu onun içedönüklüğünü işaretleriyle birlikte gerçekçi bir boyutta kabul edebilmemiz. Ancak sınıfta doğru cevabı sesli söyleyememesi dışında sosyal açıdan sıkıntı yaratacak bir içedönüklüğüne şahit olamadığımız bu yakışıklı çocuğun, seyircinin kendisini outsider hissettirecek kadar havalı arkadaş grubuna dahil olması ve onlara dans pistinde katılması o kadar kolay gerçekleşiyor ki, filmin geri kalanı tipik bir lise serüvenine dönüşüveriyor. Eşcinsel yan karakterin öyküde ana karakterden daha dikkat çekici ve baskın bir yer kaplamasıysa düşündürücü; bu dışadönük ve havalı –ancak bir şekilde outsider- eşcinselliğiyle özgünleşen karakter, öykünün ana karakteri olsaydı nasıl olurdu? Ne de olsa, ana karakterin en önemli numarası olan travma, ana öyküyle bir türlü doğrudan ilişkiye geçemiyor: eğer genç kızlığında tacize uğramış Sam’in sevda nesne olma nedeni ana karakterin de bilinçsizce benzer bir geçmişe sahip olmasıysa, bu ilişkiyi bir yıldırım aşkıyla başlatmamak daha anlamlı ve kaderciliğin yarını muamma güvensizliğinden uzak olurdu.

Stephen Chbosky, 2012

     Tam anlamıyla şahit olamadığımız zincirlerini kolayca kırıveren ve ufaklığından beri içedönük olmuş bir insanoğlunun mekanik olarak başaramayacağı şekilde, sevdalı olduğu kıza kollarını yukarıdan uzatmaya başlayarak sarılabilen ana karakter adeta alter egosu olduğu yaratıcısına gözümüzde genç boyutta bir havalılık katarken, seyirciyi de grubun her bir karakterine fena halde imrenen outsider’lar koltuğuna sürüklüyor. Arkadaşlığın yüceliğini övüp katılım göstermeyi içedönükler için bir zorunluluk olarak yansıtan bir ‘duvar çiçeği olmanın avantaları’, ancak duvar çiçeği olmamanın avantalarını konu alabilir.

     Belki roman, karakterinin duvar çiçekliğini daha yoğun deneyimlerle yansıtarak onun dahil olduğu yeni grubu sahiden duvar çiçeği olmanın bir avantası olarak ele alıyor, ve karakterlerinin kendilerini sonsuz hissettikleri anı okuyucusuyla da paylaşmayı başarabiliyordur. Zeki bir içe dönük bunu sosyal etkileşimle başarabiliyorsa.

25 Oca 2013

Django Unchained - Irkçı mı, Gerçekçi mi?

     Tarantino’nun sahiden de ırkçı imgeler kullanmış olabileceğini düşünerek izlemeye başladığım Django Unchained’i, ırkçılık eleştirisinde bulunanlara şaşkınlıkla gülerek tamamladım.

     Nazilerin ardından 1800’lerin siyah köle sahiplerinden de temsili intikamını almaya koyulan Tarantino’ya ırkçılıktan pay çıkarılabilecek tek nokta, mentor karakter olan Alman ödül avcısı Dr. King Schultz'un seyircinin kendini yerleştireceği nokta olarak kurgulanmış olması olabilir; ancak bu dahi, öykünün gerçeklik düzlemine oturabilmesi adına, mücadeleye girecek ezilen karaktere gerekli itelemeyi yapabilecek ‘dışarıdan’ bir kuvvete ihtiyaç göz önüne alındığında geçerliliğini yitiriyor. Rastladığım en ilginç saldırı noktası, karakterlerin kullandıkları dilin, bugünün ırkçılığa duyarlı kulağına ağır gelmesi. Dönem filmleri sık sık anakronizm etiketli mantık hatalarıyla eleştirilirler, ancak burada anakronizme, dönemin yaygın hitap şekillerinin filmde karakterlere kullandırılmasından bugünün saldırganlık kabullerine pay çıkaran seyirci düşüyor. Django ırkçılığın ve köleliğin liderlerini tarihin biriktirerek çoğalttığı (ve yönetmenin seçimlerine aktardığı) kanlara gömer ve onunla aynı eksende yer alan beyaz ödül avcısı kendisiyle aynı ten rengine ancak farklı ideolojiye sahip ticari hasmını Alexandre Dumas üzerinden sessizleştirirken, özellikle mentor tarafından sık sık stratejik olarak kullanılmış bir çift nitelemeye takılmak oldukça gülünç.

     Bu uzunca filmin –tıpkı Inglourious Basterds gibi- süresine, temposuna ve genel seyirciyi yakalayışına oranla gayet minimal sayıda sahneye sahip oluşu, Tarantino’nun öykü anlatma yeteneğine net bir gösterge. Yoğun şiddet estetiği veya kabullenilmesi zor ilginçlikte ve zaman zaman sahneleriyle uyumsuzluğa yatkın müzik tercihleri gibi beğeni ve onay kazanması zor yanları ise onun bu yeteneğini sekteye uğratmaktan çok cesur kılıyor. Muhtemelen Django Unchained’i harika bir yönetmenin ırkçılık izleri taşıyan filmi olarak niteleyeceğimi tahmin ediyordum, ancak bu, harika bir yönetmenin ırkçılık karşıtlığını olabilecek en uç noktalara götürmeyi başaran harika bir filmi.

Quentin Tarantino, 2012

Silver Linings Playbook

     Son bölümüne kadar senaryo detaylarına ve arka plân öykülerindeki mizah anlayışına imrendiğim filmin beğenimde eksik kalmasının nedenini başta çözemedim. Kabahati son perdeye yıkmaya çalıştım. Benim için Silver Linings Playbook’un son perdesinin sıkıntısı neydi? Tiffany’nin ekilenden fazlasını son perdede yansıtan aşırı duygusallığı mı? Yoksa doğrudan son perde ile bağlantılı olmaksızın, muhtemelen romandaki vurgulanışıyla öyküdeki yerlerini daha sağlam kılan detaylara filmde yalnızca dokunulmasının  üzerimde yarattığı eksiklik hissi mi?

     Nihayet anladım: Öykünün çatışmasını oluşturan problemin çözümünün bir romantik ilişki olması, çözüm karakterin rahatsızlığı için -her çözüm gibi geçici ancak- etkili bir çözüm olsa dahi bu çözümün öyküyü götürdüğü türün katıksız alışılageldik romantik komedi türü olması filmin kendini yumuşatmasına, meselesini tıpkı bir aşık gibi kendini kandırarak çözmesine neden oluyor. Her yerden fışkırabilen Danny ile, ailenin, baba Pat ile bahis arkadaşının, Hindu psikiyatristin ve diğer yan karakterlerin ufak ayrıntılar üzerinde yükselen mizahla bezenmiş hâlleri dikkate değer detaylar içererek filmi yukarıya taşıyor; ancak esas çizgiye bakıldığında, başarıyla oluşturulmuş yan karakterlerin çevrelediği iki özgün karakterin karışık durumları sahiden de çivi çiviyi söker tabanlı bir ilişki ile çözülebilecek olsa da, bu çözümün romantik komedi imgeleriyle örülmüş olması tüm bu detayların hak ettiği değeri düşürüyor.

23 Oca 2013

Anna Karenina (2012)

 Anna Karenina gibi bir eserin daha nice uyarlamaları yapılacaktır ancak Joe Wright’ın son yönetmenlik adımı, fazlaca Anna Karenina uyarlaması tecrübe etmiş sayılmasam da, izlediğim en cesur ve yaratıcı olanı. Cesur, çünkü Tolstoy’un romanının temelinde yatan karakter gelişimini, öyküyü zaten onlarca defa deneyimlemiş seyirciye yeniden tüm adımlarıyla yansıtmaya gerek duymuyormuşçasına minimal düzeyde tutmaya kalkışıyor ve karakter dinamiklerini zaten bildiğimizi farz ederek, daha çok kendi yaklaşımıyla ilgileniyor. Uyarlama, yönetmenin öyküye özgün bir bakış katmasıyla değer kazanır; Wright’ın, karakterlerini tanrısal bakış açısından anlatan romancı gibi hayli ilginç ve cesur bir self-reflective tiyatro sahnesi benzetmesini tüm filme yayması ve karakterlerini yaşadıkları değişimlerle birlikte tasarım değiştiren sahneler arasında hareket ettirmesi, çoğu uyarlamanın baş etmekte güçlük çektiği acı verici sekans geçişlerini keyifle cebe attığı gibi filme de yakalanması güç bir ritm kazandırıyor. Tempo karakter gelişimi ile kolay kolay iyi geçinemez, ancak Anna ile Kitty ve Dolly arasındaki kontrast ve aynı zamanda Tolstoy’un uzundan hissesi olan Anna’nın ilişkileri ile Kitty-Konstantin ilişkisi arasındaki kontrast, minimal sahne sayısıyla tıpkı Tolstoy’un yaptığı gibi, ağırbaşlılıkla aktarılıyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’sında geçen The Reader’ın İngilizce dil tercihi filmin anlatısını ister istemez yaralıyordu; Anna Karenina’nın self-reflective anlatımı, gerçeküstü  –modernin aklındaki gerçek klasik dönem imajı- oyuncu jestleri ile sahne sahne –Oblonsky’nin ‘Rusya’nın ruhu’ olan  evrak işleriyle çevrili bürosu gibi- müzik desteğiyle birlikte mizahi bir yön de taşıyan stili ile, Rusya’nın İngilizce ile örülü oluşunun da rahatsızlık vermesi önleniyor. Yönetmenin şaşılası gücü.

Yönetmenin kattığı en hakiki seslerden biri ise ele alınan öykünün dönüm noktalarını oluşturan dinamiklerde, aşkın ve tren öncelemesinin yansıtılışlarında kendini gösteriyor; filmin mekânda sınır tanımazlığı Anna’nın endişelerinin gölgesinden korkutucu bir trenin geçmesine zemin sağlarken, tren sesinin kullanımı da dönüm noktalarını zihne kazıyor.

Joe Wright ve senaryo yazarı Tom Stoppard, Anna Karenina’nın Tolstoy’dan sonra rastladığı en özgün anlatıcılar olabilir.

Joe Wright, 2012

21 Oca 2013

Lo Imposible

Yaşanmış olaylardan ve özellikle felaketlerden beslenen filmler genellikle sırtlarını ele aldıkları konuya dayarlar ancak The Impossible‘ın yönetmen imzası ve senaryo detayları oldukça kuvvetli; fikirlerin minimal yansıtılışı -ideolojiyi değerlendirmeyi dışarıda bırakırsak- niteliğini bu kuvvetten alıyor. Hollywood stilinin artık işlemeyen duygu tetikleme müzikleriyse bu imzaya ket vuruyor. Daniel’ı kurtarma kararı sırasında kullanılan yoğun sessizliğin yaygınlaşması bu filme çok yakışabilirdi.