27 Oca 2013

The Perks of Being a Wallflower


    Lise yıllarına takılıp kalmış içe dönüklerin veya bu iki nitelikten birini taşıyanların bir şekilde seveceği bir film The Perks of Being a Wallflower; ancak travmatik bir geçmişe sahip ana karakteri dahil tüm eksen karakterleri yalnızca klişe birer outsider olarak aslında öykü boyutunda ve izleyen gözünde fena halde cool insider’lar konumuna yerleşirlerken film de, özdeşleşme yoldaşı içedönüklere verdiği öğretilerle içedönüklüğü olumsuzluklarla dolu bir kalıba yerleştiriyor.

     Henüz okumadığım romanın harika deneyimler sunuyor olabileceği aşikar; ancak öykünün film uyarlaması, yazarının romanın da yazarı olmasından biraz çekmişe benziyor. Hiçbir şeyin dışarıda bırakılmaya kıyılamaması bazı yan karakterleri kılçıktan hallice kılarken, karakterlerin canlanış şekilleri ve jestleri de vermeleri gerekenden uzak bir noktaya düşüyorlar. Homofobiklerin gözünde dahi havalı bir konuma yerleşecek Patrick, kısa saçlı Emma Watson tarafından canlandırıldığı için ekstra hiçbir niteliğe sahip olması gerekmeyen Sam ve üst düzey bir dost ve karşı cins canlısı izlenimi veren Logan Lerman’ın oynadığı ana karakterin dahil oldukları bir grubun outsider sıfatı alabilme imkânı öyle düşük ki, travmasının ardındaki nedene öykünün son bölümüne kadar ulaşamadığımız ancak eski dostuna yazdığı mektuplardan içedönük olması gerektiğini anladığımız karakterin bu durumunu deneyimlerimizle bütünleştirerek idrak edebilmemizin tek yolu onun içedönüklüğünü işaretleriyle birlikte gerçekçi bir boyutta kabul edebilmemiz. Ancak sınıfta doğru cevabı sesli söyleyememesi dışında sosyal açıdan sıkıntı yaratacak bir içedönüklüğüne şahit olamadığımız bu yakışıklı çocuğun, seyircinin kendisini outsider hissettirecek kadar havalı arkadaş grubuna dahil olması ve onlara dans pistinde katılması o kadar kolay gerçekleşiyor ki, filmin geri kalanı tipik bir lise serüvenine dönüşüveriyor. Eşcinsel yan karakterin öyküde ana karakterden daha dikkat çekici ve baskın bir yer kaplamasıysa düşündürücü; bu dışadönük ve havalı –ancak bir şekilde outsider- eşcinselliğiyle özgünleşen karakter, öykünün ana karakteri olsaydı nasıl olurdu? Ne de olsa, ana karakterin en önemli numarası olan travma, ana öyküyle bir türlü doğrudan ilişkiye geçemiyor: eğer genç kızlığında tacize uğramış Sam’in sevda nesne olma nedeni ana karakterin de bilinçsizce benzer bir geçmişe sahip olmasıysa, bu ilişkiyi bir yıldırım aşkıyla başlatmamak daha anlamlı ve kaderciliğin yarını muamma güvensizliğinden uzak olurdu.

Stephen Chbosky, 2012

     Tam anlamıyla şahit olamadığımız zincirlerini kolayca kırıveren ve ufaklığından beri içedönük olmuş bir insanoğlunun mekanik olarak başaramayacağı şekilde, sevdalı olduğu kıza kollarını yukarıdan uzatmaya başlayarak sarılabilen ana karakter adeta alter egosu olduğu yaratıcısına gözümüzde genç boyutta bir havalılık katarken, seyirciyi de grubun her bir karakterine fena halde imrenen outsider’lar koltuğuna sürüklüyor. Arkadaşlığın yüceliğini övüp katılım göstermeyi içedönükler için bir zorunluluk olarak yansıtan bir ‘duvar çiçeği olmanın avantaları’, ancak duvar çiçeği olmamanın avantalarını konu alabilir.

     Belki roman, karakterinin duvar çiçekliğini daha yoğun deneyimlerle yansıtarak onun dahil olduğu yeni grubu sahiden duvar çiçeği olmanın bir avantası olarak ele alıyor, ve karakterlerinin kendilerini sonsuz hissettikleri anı okuyucusuyla da paylaşmayı başarabiliyordur. Zeki bir içe dönük bunu sosyal etkileşimle başarabiliyorsa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder